Sabahları vazgeçilmezimiz olan, hatırı yıllara sığmayan kahvenin tarihi başlangıç yolculuğunun nasıl olduğunu biliyor muydunuz? Tarihçi Reşat Ekrem Koçu tarafından yapılan bir konferanstan alıntılanan bu yazımızda kahvenin tarihi geçirdiği mücadelelerden kısaca bahsedilmiştir. Şimdiden keyifli okumalar…
Sınır tanımayan tohum…
Venedik 1615… Kentin soyluları San Marco iskelesine toplanmışlar. Sabırsızlıkla, Ortadoğu’dan gelecek olan bir gemiyi bekliyorlar. Gemi, Yemen’in Moka limanından kalkmış, sakin bir havada Kızıldeniz’i aşmıştı. Daha sonra, taşıdığı yük, yoluna Mısır Çölü’nde kervanlarla başlamış; ardından da, İskenderiye limanında yeniden bir gemiye yüklenerek demir almıştı. O günlerde Venedik’te kahve denince akla ne “espresso” ne de “cappuccino” geliyordu. Tek bildikleri, bazı gezginlerin sözünü ettikleri “Arabistan şarabı”ydı ve onu da bir ilaç sanıyorlardı. Meyveleri çiğ çiğ yenen ve yaprakları çay gibi içilen bir bitki…
Avrupa, kahve kültürünü, büyük ölçüde Fransız botanikçi Jean de la Roque’a borçlu… İstanbul’da yaşayan ve ithalat-ihracat işleriyle uğraşan bir Türk ailesinin yakın dostu olan bu Fransız’ın etkisiyle, 1644 tarihinde Marsilya’da, “Türk kahvesi” satılan birkaç dükkân açıldı. Ortadoğu’dan ilk ciddi kahve sevkiyatı ise, 1660 yılında gerçekleşti. Ancak, kahvenin insan tarafından tüketimi bu tarihlerden çok eskilere gidiyor. 8. yüzyılda, Etiyopya’da kızartılmış ve ezilmiş kahve meyvelerinin, yağ ile karıştırılıp üstüne tuz ekilerek yendiği biliniyor.
Peki, Ama İlk Kahveyi Kim İçti?
Bu konuda tarihsel bir kanıt yok. Efsaneye göre, 1300 yıllarında Yemen’de Kaldi adlı bir çoban, bir gece ay ışığında keçilerinin bazı yeşil ve kırmızı meyveleri yedikten sonra dans etmeye başladıklarını görüyor. Bu olayı köyünün imamına anlatıyor. Birlikte, söz konusu bitkinin meyvelerini toplayıp kurutuyorlar; sonra da, suyun içinde ısıtıp içiyorlar. Ancak, kahve yaparken hangi yöntemi denediklerini kimse bilmiyor. Bitkinin içeriğindeki kafeinin uyarıcı etkisini ilginç bulan imam, onu tüm din adamlarına tavsiye ediyor.
Kızıldeniz kıyısındaki Arap ülkeleri, uzun yıllar kahvenin tekelini ellerinde tutmaya çalışmışlardı. Bu nedenle, ülkeden çıkan tüm kervanlar çok sıkı bir biçimde denetleniyordu. Ne var ki, bu tadı sadece 2 asır koruyabildiler. Hac için Mekke’ye gelenlerin aracılığıyla, kahve kültürü öteki Müslüman ülkelerde de yayıldı. Kentteki ilk kahvehaneleri, 1554 yılında İstanbul’a gelen iki Suriyeli açtı. Bu yeni kültür öyle büyük bir rağbet gördü ki, 50 yıl içinde İstanbul 500 kahveye kavuştu. Kahvehaneler, insanların siyaset konuştuğu, kitap ve gazete okuduğu mekânlar haline dönüştüler. O yüzden de zaman zaman kapatıldılar, buralara giden insanlar takibata uğradılar. 17. yüzyılda Baba adında bir Hintli, kahveyi Hindistan’a taşıdı. Ancak kahve, İngiliz işgaline kadar bu ülkedeki varlığını bir ayrıntı olarak sürdürdü.
O tarihlerde en büyük sorun, kahve üretilen bölgelerin ve ürünün transit ticaret yollarının Osmanlı egemenliğinde olmasıydı. Avrupalılar birkaç kez, Osmanlı vatandaşı olan aracıları devre dışı bırakmak için Arabistan’dan doğrudan kahve ithali girişiminde bulunmuşlardı. Ama bu çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1690’da Hollandalılar, riski oldukça büyük bir operasyona giriştiler. Arabistan’dan satın aldıkları kahve fidanlarını, gemilerle kendi sömürgeleri olan Endonezya’ya taşıdılar. Özellikle Cava Adası’nda kahve yetiştirmeye başladılar. Ardından, Sumatra ve Bali adalarında da geniş plantasyonlar açıldı. Artık, Avrupa’nın bir numaralı kahve satıcıları Hollandalılar olmuştu.
Ne var ki, özellikle Fransa, bu ticarette geri kalmak istemiyordu. 1715 yılında Yemen sultanını ziyaret eden bir Fransız resmi heyeti, birkaç kahve fidanı koparmayı başardı. Bu ganimet titiz bir biçimde Reunion Adası’na taşındı ve burada kahve üretimine geçildi. Fransa’nın girişimi İngilizler’i ve tabii bu arada Hollandalılar’ı yeniden hareketlendirdi. 1715’te Hollanda gemileri, kahveyi Surinam’a, İngiliz gemileri ise Jamaica’ya taşıdılar. Böylece, Uzakdoğu ve Pasifik adalarından sonra, Orta ve Latin Amerika da kahveyle tanışıyordu. 1727 yılında Fransız Guyanası genel valisinin eşi, genç bir Brezilyalı subaya aşk oldu. Yanında bir kutu mücevher ile birkaç kahve fidanı alarak Brezilya’daki sevgilisine kaçtı.
Kahvenin tarihi ,Latin Amerika’daki öyküsü kanlıydı. Bu kıtadaki dev plantasyonlarda çalıştırılmak üzere, onbinlerce Afrikalı köle olarak Yeni Kıta’ya götürüldü. Kölelerin büyük bölümü yolda, bir kısmı da plantasyonlardaki feci koşullarda can verdi. Öte yandan, kahvenin yayılma öyküsü, sömürgecilik hareketlerini de yakından izliyordu. 1880’de Afrika’nın paylaşımı iyice netleşince, kahvenin bu kez Atlantik’ten geri dönüş öyküsü başladı. Fildişi Sahili, Gine gibi ülkelerde yeni kahve plantasyonları kuruldu. Ancak, bu ithal kahve bölgesel Afrika kahvelerinin değerine ulaşamadı.
Türk kahvesi ve Yöresel Pişirme Yöntemleri yazımıza göz atmak ister misin?